ANARŞİK MİSİNİZ OĞLUM?


Geçen gün sevişirken; "Dünyayı zaten kadınlar yönetiyor, oğlum..." geyiği zihnimin vadilerinde bir anda belirip yine zıp zıp zıplamaya başlamıştı. Belki de o sadece öylece durmak istiyordu ama benim gel-gitlerim onu öyle zıp zıp zıplamaya zorluyordu, kim bilir? O an işin aslını ben bile bilemiyor; sadece peş peşe duyduğum "Daha hızlı!" komutlarına belimden geldiğince itaat etmeye çalışıyordum. Sırf komutlara bir süre daha itaat edebilmek için "Dünyayı zaten kadınlar yönetiyor, oğlum..." geyiğine yeniden odaklandım.


İyi ki de dünyayı kadınlar yönetiyordu. Yoksa halimiz gelecek sene "serbest kıyafetle" okula gitmeye başlayacak ilk ve orta öğretim öğrencilerin halinden nice olurdu; orası kesin.

Neticede şimdiye dek üniformayla okula giden öğrencilerin, üniformalarının hem etinden hem sütünden yararlandıklarını kimse inkar edemez. Üniformalı öğrenci dolmuşa, minibüse 1 liraya binip iner. Üniformalı öğrenci poğaçayı, simidi yarı fiyatına alır. Üniformalı öğrenci... Neyse liste uzayıp gider...


Üniformalı öğrencilik aslında böylesine kıyak bir hadiseyken, gelecek sene öğrencilerin tüm bu imkanlardan yoksun kalacak olması gerçekten iç burkucu.

Dünyayı kadınlar yönetmeseydi erkeklerin, "serbest kıyafetli" öğrencilerin halinden ne farkı kalırdı ki... Sakallarını hangi boyda keseceğini bilemeyen, nasıl durup nasıl bakacağını kestiremeyen, şevişirken bile elini ayağını koyacak yer bulamayan bir cins olup çıkardık mutlaka. Resim yapamaz, şiirden anlamaz, roman yazamaz olurduk. Ne ülkeler fethedebilir ne de şehirler kurabilirdik. Erkek olduğumuzu unutmayı bırakın, resmen insan olduğumuzu unuturduk.

Tabi diğer yandan tüm bunları hala yapamamış olup üstüne üstlük "Okula serbest kıyafetle gitsek çok iyi olmaz mı yea!" diyen ergen edasıyla "Dünyayı niye kadınlar yönetsin ki biz varken..." ya da "Valla kadın yok dert yok aga!" şeklinde geveleyen kendini bilmezler de yok değil aslında. Anarşik misiniz oğlum? Atarisini kurmak için annesinden izin alan, annesinin dizisi başlamadan önce Süper Mario'yu bitirebilen bir nesiliz lan biz! Yoksa 1'in 2'sinden 4'ün 1'ine ardından da 4'ün 2'sinden 8'in 1'ine atlayıp 8'in 4'ündeki prensesi kısa yoldan kurtarmayı tek başımıza biraz zor keşfederdik biz!


Ben, aldığım aralıksız "Daha hızlı!" komutlarını eksiksiz yerine getirmeyi sürdürürken; zihnimin vadilerinde zıp zıp zıplayan geyiğin boynuzlarının dallanıp budaklanması, bir anda kesildi. Bunun sebebi ise elbette aldığım yeni emirdi: "Çık, çık, çık..."

Not: Z - Hızlı koşma ve Ateş atma

Not Not: X - Zıplama

KUŞ KAFESE GİRDİKTEN SONRA GERİSİ HİKAYE

Geçen gün sevişirken; Kafka'nın Aforizmalar kitabındaki 16 numaralı aforizmasını anımsadım: "Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı."

İçimden şöyle geçirdim: "Ah be Franz'ım ah be Kafka'm... Kuş kafesini buldu bile."


Kuş mu kafesini bulur, yoksa kafes mi kuşunu arar; bilemiyorum ama şundan eminim ki kuş kafese girdikten sonra kuş da kafes de bunu dert etmez. Sonuç itibariyle kafes boşluğunu doldurmuş, kuş da sarhoşluğunun kafasını yaşamış olur. Tabi diğer taraftan; kuşun kafesin boşluğunu doldurmuş ve kafesin kuşun sarhoşluğundan faydalanmış olduğunu da es geçmemek gerekir.

Bu konu hakkında enine boyuna düşünmek isterken iniltileri yükseldi. Kapının ardındaki homurtular ise beni ve onu tedirgin etmek yerine üstümüzde katalizör etkisi oluşturdu. İkimiz için de mutlu son artık kapıdaydı.

Not: Bir barın tuvaletindeydik.

Not Not: Kuş işini bitirdikten sonra kafesten çıktı.

Not Not Not: Kuş da kafes de heyecandan ölüyordu.

TOPUK!.. TOPUK!...

Geçen gün sevişirken; dedim biraz da topuklara oynayayım. Demez olaydım. Topuklar olmuş ben diyeyeyim "Ürgüp Peri Bacaları" sen de "Büyük Kanyon".

Bu temastan sonra tabi zihnim ağır yaralı. Dönüşü yoktu. Çocukluğumun o en esrarengiz nesnesi gözlerimin önünde gelmişti bir kere artık; topuk taşı.


Ne acayip şeydi o. Taş olduğunu yalanlayan bir hafiflik ve hafifliğini inkar eden o buram buram "Taşım ben." diye kokan sert görüntü... Yaptığım bu tanımlamayı ona topuk taşı diyenler duysalar şapkalarını önüne alıp düşünürler, utanırlar ve eminim utançlarını da "Lan, bildiğin topuğumuza felsefe taşını sürtüp durmuşuz asırlardır haberimiz yok!" diye acı içinde haykırırlardı. Tabi bu tanımlamayı anca şu an yapabiliyorum. Ya çocukluğum boyunca küvette topuk taşıyla göz göze gelmemek için yaşadığım o gerilimlerin hesabını kim verecek ha?

Bütün suçu topuk taşına ismini verenlere yıkmak da pek içime sinmiyor işin açıkçası. Kim bilir, belki de annem babam tek başıma banyo yapmaya başlamadan önce beni karşılarına alıp dürüstçe her şeyi açık açık anlatsaydılar her şey çok daha güzel olabilirdi. Mesela "Oğlum bak. İnsanlar yaşlandıkça topukları da buruşur. İnsan elinin, yüzünün buruşması karşısında çaresizdir ama topuklar hiç öyle mi! Hele bir topuk taşına sürtülmeye görsün fırlamalar! İşte o zaman topuklar yeniden kendine gelir, dirilip gençleşirler..." deseler çok daha sağlıklı bir çocukluğa sahip olacağımı kim inkar edebilir ki? Çocuğunun ergenliğinde cinsellik hakkında ahkam kesen ebeveynliği herkes yapar. Mühim olan çocuğuna dürüstçe topuk taşının ne işe yaradığını açıklayan bir ebeveynlik sergilemek bence.

Hem belki de bu konuşmayı yapsalardı laf lafı açacak konu küvetin bir kenarındaki eski bir deterjan ölçeği olan o plastik kabın içinde duran banyo jiletlerine gelecekti. Kim bilebilir? Ve sonra ben de "Babam gibi tıraş oluyorum bile ki artık, ehe ehe..." şeklinde sayıklayarak ebeveynlerimin etek tıraşı sorunlarını çözen o jiletlerden birini alıp ağzıma yüzüme sürmeyecek, ayağım kaydıktan sonra da düşüp yanağımı kesmeyecektim büyük bir ihtimalle. Hala merak ederim; yanağımı acaba annemin mi babamın mı banyo jiletiyle kestiğimi...


Acilen geçmişle olan bu hesabımı kapatmalıydım. "Fiş almasak n'olur acaba?" mantığıyla travmayı geçiştirebileceğimi sandım ama insanın kendisiyle yaptığı pazarlığın ne kadar kıran kırana geçebileceğini tahmin edemedim. Ne kadar sıkı pazarlık yapabiliyormuşum meğer. Ah topuk taşı ah...

Birden "Topuklarımı çok sevdin galiba?" sorusuyla irkildim. "Neden?" der gibi baktım. Durumu "Hayır, kırk beş dakikadır aynı pozisyondayız da... Ondan yani." şeklinde açtı. Hiç bir şey söylemeden topuklarını öylece bıraktım. Sonra hemen başka türlü şekiller...

Not: O değil de o gece "Topuk taşı olsa da sürtsek..." raddesine gelmiş olsaydık ne olurdu bilemiyorum.

Not Not: Oğlum, harbiden ucuz kurtulmuşuz lan.

ÖNSÖZ-ÜŞME

Geçen gün sevişiyordum ve aklıma birden sevişirken aklıma gelen ilginç şeyleri öylece paylaşabileceğim bir blog oluşturma fikri geldi.


Not: O blog, işte bu blog.

Not Not: Gözlerim açık sevişirim.

Not Not Not: Ön sözlerin kısa, ön sevişmelerin uzun olduğu bir dünya için el ele.

GİTTİĞİMİZ YOL, YOL DEĞİL!

Geçen gün sevişirken; şunu düşündüm:

Erkekler kadınların kuralsız, kadınlarsa erkeklerin kurallara bağlı olmasını istiyor. Fakat iki taraf da her nasılsa birbirinden istediği şeylerden bir haber.

Bu yüzden kadınlar erkekleri kurallara bağlı eşek sıpalarına çevirmek için onlara Zeus'un yıldırımlarından büyük kurallar yağdırmayı en kısa çözüm yolu olarak görüyor. Fakat onlar böyle yapınca da erkekler; kadınları trafik işareti olarak algılamayı yeğleyip yeri geldiğinde "Sağa Dönüş Yasak" levhasına aldırmadan sağa dönüyor, yeri geldiğinde "U Dönüşü Yasak" levhasının dibinden "U"yu patlatıyor, yeri geldiğinde ise "Duraklama Ve Park Etme" levhasını hazinenin saklandığı yeri işaret eden o çarpı işaretine benzetip olduğu yere çivilenip kalabiliyor. Kısacası kuralsız kadınlarından vazgeçip kuralsız adamlara dönüşüveriyorlar iç güdüsel bir şekilde.


Kısır döngü işte tam da burada başlıyor. Kadınlar daha fazla kuralla sıpaların hakkından gelebilecekleri sanrısına kapılıveriyor. Üstelik bu katılaşma hallerinden katır inadına tur bindiren bir inatla vazgeçmemekte diretiyorlar. Karşılarında daha fazla kural gören erkeklerse sıpalıklarına sıpalık katmaktan kendilerini alıkoyamaz hale geliyorlar böylece. Sonrasında ise iki taraf arasındaki bu lanetli devinim şiddetlenerek artıyor.

Sonunda kadınlar kadınlıklarına yabancı, erkekler erkekliklerine... Başka bir yol olmalı. Yoksa gittiğimiz yol, yol değil!

Aman neyse... Sonra bir baktım; ben de hız limitini aşmış, radara takılmışım: "Tatlım biraz yavaş ama..."   

İDEA(L)AHANA

Geçen gün sevişirken; bir film sahnesi geldi aklıma. Filmdeki esas oğlan, bir arkadaşına sevişirken meyveleri düşünerek erken boşalma sorunundan kurtulabileceğini anlatıyordu aklıma gelen sahnede. Dedim ki o zaman ben bunu yakınken bi deneyeyim....

Neyse sonra aradan bir saat geçmiş...

Son düzlükteyken "Aaa... Ben bir şey deneyecektim yea!" diye adeta haykıran iç sesimi dinledim ve planımı uygulamak için kolları sıvadım. Önce filmde önerildiği gibi bir kaç meyveyle başladım işe. Öyle bilindik meyveler ama... Elma, mandalina, keçi boynuzu falan... Neticede kivi, avokado, muz, papaya, hindistan cevizi gibi şekilli meyveler egzotik bir çağrışım yapabilir, bu da afrodizyak seviyemi yükseltebilirdi. Fakat odaklanmaya çalıştığım meyveler ne kadar yerli malı meyveler olsa da pek bir etkisini göremedim. Hepsi hoş kokulu, kıvrımlı ve kışkırtıcı geliyordu işte. Son dört yüze girerken meyve değil de sebze düşünsem bir yararı dokunur mu acaba diyerek planımı güncellemeye karar verdim.

"Sebzeler!" dedim... "Gelin... Yok yok. Durun." zaman gittikçe kısalıyordu. Acele etmeliydim. Derken birden bire domates ideası belirdi zihnimde. Tam ona odaklanmaya uğraşıyordum ki domatesin arkasında biberle patlıcan da zihnimde öylece bitivermesin mi? Bu durum hiç de hayra alamet değildi. Tedirgin olmakta haklı olduğumu kulağımda Barış Manço'nun o insanın içini kıpır kıpır eden "Domates, biber, patlıcan..." şarkısı çınlamaya başladığında anladım. Deney kontrollü bir deney olmaktan çıkıyordu.


Evet, bu şarkıyı içimden söylemeye devam etsem volkanın yatışacağından hala hiç kuşku duymuyorum ama benim denemek istediğim sadece bir nebatat görseliyle aynı etkiyi yaratmaktı. Bu yüzden kafamdaki her şeyi temizleyip can havliyle son bir hamle daha yaptım: "Lahana."


İlk bakışta lahana ideası oldukça ovarlak hatlara sahipmiş gibi göründü. Ancak ardından şunu farkettim, lahana aynı zamanda kat kat bir sebzeydi. Bu işe yarayabilirdi işte. Usul usul lahananın yapraklarını ayırdım. Lahana turşusuna asla hayır diyemeyeceğimi ama diğer yandan kapuskanın nefret ettiğim tek sulu yemek olduğunu hatırlardım birden bire. Lahananın yapraklarını usul usul ayırmayı sürdürdüm. Ardından hemen bir tencere kaynamış su ideası getirdim ve ayrılmış lahana yaprakları idealarını tencereye usulca bıraktım. Kafamın içinde basbayağı kapuska yapıyordum. Sonra kapuska yapılırken lahananın gazının kaynar suda çıkartılması gerektiğine dair bir fikir kapladı zihnimin boş kalan bölgelerini. Emin değildim ama bu fikir, pekala kolektif-bilinçdışı aracılığıyla zihnimde belirmiş olabilirdi. Bu yüzden kısık ateşte lahanaları bir süre bekletmeye karar verdim.

Lahana kısık ateşte beklerken bir yandan bir baş soğanı ince ince kıyıp yağda pembeleşene kadar kavurmaya başlamıştım ki... "Yavrum yeter ya, bittim ben, kusura bakma." diye nefes nefese bir sesle kendime geldim ve üzerimden bir ağırlık kalktı. 

Evet, işe yaramıştı işte. Filmdeki çocuk kısmen haklıydı. Sevişirken nebatat ideası özellikle de lahana ideası gayet kullanışlıydı. Sigaramdan ilk dumanımı çektikten sonra vücudumla birlikte zihnim de şöyle gevşemişti: "Aslında enginar da olur yea... Dolması falan... Mis."



Not: Kafamdakine yakın kapuska görseli bulamadım ve o yüzden paylaşmadım.

Not Not: En güzel kapuska benim kafamdaki kapuska.